top of page

MAHREMÄ°YETÄ°N SONU: OYUN VE SANAT

(İMAGO Psikiyatri Dergisi'nin Bahar Sayısı'nda Yayımlanmıştır.)

Çocuk oyunu ve sanatsal yaratı... Bu ikisi arasında benzerlik iliÅŸkisini ilk kuran Freud oldu. Freud sonrası psikanalistlerin sanatçının ve yaratıcılığın kendi iç süreçlerini açıklamasında bu kurgu tartışmanın temelini oluÅŸturdu.

 

Melanie Klein, D.W. Winnicott, Kernberg, Didier Anzieu, Otto Rank, Rollo May gibi psikanalistler yaratıcılık ve yaratma süreçleri üzerine çalışmış, literatüre önemli katkılarda bulunmuÅŸ kuramcılardan akla ilk gelenleri. KuÅŸkusuz bunların içinde meseleyi kendi kuramı çerçevesinde deÄŸerlendirerek bütünsel bir yaklaşım sunan Winnicott oldu.

 

Winnicott, "geçiÅŸ nesnesi"ni ve oyun kuramını açıklarken, iç ve dış gerçeklik dışında üçüncü bir alan tanımı yapar. Winnicott’a göre, çocukluk dönemlerinden baÅŸlayarak insanın gerçeÄŸi kabul etme süreci hiçbir zaman tamamlanamamaktadır. Hiçbir insan iç ve dış gerçekliÄŸi birbiriyle iliÅŸkilendirme geriliminden kurtulmuÅŸ deÄŸildir. Ve bu gerilimden kurtulma imkanını saÄŸlayan sorgulanmayan bir “ara deneyim bölgesi”dir. Sanat, din ve çocuk oyunları bu deneyim alanında gerçekleÅŸmektedir.

 

Bu önermeyle Winnicott çocuk oyununu, sanatı ve dini bir baÅŸka deneyim bölgesine ait birbirine benzeyen süreçler olarak ele alarak ve sorunu bir baÅŸka düzeye taşımıştır.

 

Esas olarak bizim niyetimiz, Winnicott’ın geçiÅŸ nesneleri ve oyun kuramından hareketle tanımladığı bu ara bölgede gerçekleÅŸen sanat yaratımlarının/oyunlarının kendi iç süreçlerini estetik kategoriler ve psikanaliz kuramı çerçevesinde ele almaktır.

​

​

FREUD'DA ÇOCUK OYUNU VE SANATÇI

Freud’un psikanaliz teorisinden hareketle sanatı ve yaratıcı süreci ele aldığı çalışması “Sanat ve Sanatçılar Üzerine” büyük yankı uyandırmasının yanı sıra çokça da eleÅŸtirilmiÅŸtir.

 

Freud’un çalışmasının temel çıkış noktası, sanatsal yaratıyla çocuk oyunları arasında bir akrabalık olduÄŸudur. Buradan hareketle Freud, sanatsal etkinliÄŸin ilk dışavurumlarını çocukluk dönemimize benzetir.

 

Çocukluk döneminde en ciddiye alınan etkinliktir “oyun”. Kendi gözlemlerimizden de bildiÄŸimiz gibi, oyun sırasında çocuk, gerçek dünyanın nesnelerini alır, onları oyununun içinde istediÄŸi gibi yerleÅŸtirir (rol dağıtır) ve oyun aracılığıyla kendine baÅŸka bir dünya, gerçekliÄŸin yer deÄŸiÅŸtirmelerinden oluÅŸmuÅŸ hayali bir dünya kurar. KurduÄŸu bu dünyaya kendini o kadar kaptırır ki, dış dünyadan gelen uyarıları algılamayacak kadar dalgındır, annesi hatırlatmadan yemek yemek bile aklına gelmez.

 

Oyunda birden fazla çocuk varsa, hepsi de kendilerini aynı ortak kurgusal dünyaya kaptırmışlardır. Bu dünya o kadar gerçektir ki, oyuncular birbirleriyle kavga edebilir, öfkelenebilir, aÄŸlayabilir ve hatta birbirlerine küsebilirler. Rol paylaşımında ya da oyunun kurgusunda çıkan bir anlaÅŸmazlıkta, çocuklardan biri çıkar ve “ben artık oynamıyorum” der. Böylece oyun bozulur.

 

Burada hemen ÅŸu soru akla geliyor: ÇocuÄŸun oyun oynamayı bu kadar ciddiye alması dış dünyayı ciddiye almadığı anlamına mı gelir?

 

“Oyunun karşıtı ciddilik deÄŸil, gerçektir”Oyuncu çocuk, dış gerçekliÄŸin farkındadır, tam da “ben artık oynamayacağım” diyerek, istemediÄŸi yerde oyunu terk etmesi dış dünyanın gerçekliÄŸinin farkında olduÄŸunun kanıtıdır. Ama dış dünyanın gerçekliÄŸi, onun için, oyununun kurallarını istediÄŸi gibi kuramadığı, baÅŸka bir oyuncunun kendi isteÄŸini, kendi oyun düzenini dayattığı anda kaçtığı yerdir. Tıpkı baÅŸta oyun oynayarak dış dünyadan ayrı, kendi dünyasını, gerçekliÄŸini kurarak kaçtığı gibi bu kez de oyununu istediÄŸi gibi yönlendiremediÄŸi için oyun alanını terk ederek, gerçek dünyaya kaçmaktadır.

​

Bu durumda oyun nerede bitiyor, gerçeklik hangi anda baÅŸlıyor?

 

ÇocukluÄŸun, hepimizin kendimizden hatırlayabileceÄŸimiz bir döneminde birey, sonu gelmeyen, bitmeyen sorular sorarak dış dünyayla ilgili meraklarını gidermeye, onu anlamaya çabalar. Ancak çocuÄŸun ebeveynlerinden aldığı hiçbir cevap onu tatmin etmeye yetmez, meraklarını gidermez. Söz konusu bu dönem, çocuÄŸun düÅŸünsel bağımsızlık çabasına karşılık gelmektedir. En sonunda bu arkası gelmeyen sorularla dolu dönem bir anda kapanır, ancak çocuk tatmin olmamıştır, aldığı cevaplar onu doyurmamıştır, sadece artık sormaktan vazgeçmiÅŸtir.

 

Ä°ÅŸte çocuk, bu anlamlandıramadığı, cevapların onu tatmin etmeye yetmediÄŸi yerde “oyun”a kaçar, madem gerçeÄŸin ne olduÄŸunu kavramak bu kadar zor, o zaman çözüm yeni bir dünya kurmaktır. Kayıtsız ÅŸartsız kendisinin yarattığı, bir tek onun anlayabileceÄŸi ve ona ait bir dünya. Bu hayali, kurgulanmış dünya gerçek dünyanın motifleriyle ÅŸekillenir. KurduÄŸu oyunda hayatındaki bireyleri taklit eder, henüz çocuk olduÄŸu için ona verilmemiÅŸ olan rolleri oynamakta serbesttir. Böylece gerçek hayatta henüz elde edemediklerini, tatmin olamayan isteklerini oyununda kendince gerçekleÅŸtirir.

 

 

 

 

​

​

​

 

 

 

 

 

​

​

​

Çocukluk döneminin sona ermesiyle eriÅŸkin, oyun oynamaktan vazgeçer. Gerçek dünyaya adım atar ve kendini oraya ayak uydurmak zorunda hisseder. Ancak eriÅŸkinin oyun oynamaktan vazgeçmesi ve hayatın gerçekliÄŸiyle uÄŸraÅŸmaya baÅŸlaması, onun oyun oynarken aldığı hazdan vazgeçtiÄŸi anlamına mı gelir?

 

Freud, bu çocukluk hazzının ortadan kaybolmadığını, ancak baÅŸka bir dolayımla yaÅŸanmaya baÅŸlandığını söyler. O zaman bu çocukluk hazzının eriÅŸkin dönemde de devam etmesini saÄŸlayan dolayım nedir, oyunun yerini ÅŸimdi ne almıştır?

 

EriÅŸkin, “artık oynamaktan vazgeçmiÅŸtir de düÅŸlemeye baÅŸlamıştır”. Çocukluk hazzı, eriÅŸkinde “gündüz düÅŸleri (daydream)”ne dönüÅŸmüÅŸtür.

 

Çocuklar oynadıkları oyunun içeriÄŸini, kurgusal dünyalarını baÅŸkalarından saklama gereksinimi duymazken eriÅŸkin, düÅŸleme (fantazya) kapıldığından dolayı utanır ve bu düÅŸlerini baÅŸkalarından saklama ihtiyacı duyar. DüÅŸlemler eriÅŸkinlerin mahremiyet alanıdır.

 

 

​

 

Acaba Freud’un söylediÄŸi gibi oyunun yerini eriÅŸkinlikte düÅŸlemler mi almıştır? Yoksa oyun veçhe mi deÄŸiÅŸtirmiÅŸtir?

 

Ferud’a göre mutlu insanlar düÅŸ kurmaz, düÅŸ kuranlar yeterince doyuma ulaÅŸmamış kiÅŸilerdir.

 

DüÅŸ kurmayan, bunlardan haz almayan insan var mıdır?

 

Freud hemen tüm insanların gündüz düÅŸleri kurduÄŸunu söyler ama bu düÅŸlerini gerçekleÅŸtirenler, yani oyuna devam edenler nevrozla flört halindeki sanatçılar ya da “yaratanlar”dır.

 

Sanatçı, paylaşılması utanç verici fantazmalarını sanat ürünleri aracılığıyla baÅŸka bir biçime büründüren ve böylece düÅŸlemlerini kabul edilebilir bir dış nesneye dönüÅŸtüren kiÅŸidir. Yani sanatçı telafi mekanizmasını kullanarak normal ÅŸartlarda onay görmesi imkansız olan düÅŸlemlerini, bastırılmış, doyuma ulaÅŸmamış isteklerini sanat aracılığıyla dışsallaÅŸtırandır Freud’a göre.

 

Böylece mahremiyet alanı kapanmakta yeni bir alan, estetik alanı açılmaktadır.

 

Freud’un yaratıcılığa yaklaşımının zaafı burada baÅŸlar. Bir kez mahremiyet alanından çıkarak dışsal bir nesneye dönüÅŸmüÅŸ olan sanat yapıtını, sanatçının bilinçdışına geri dönerek analiz etmesi yaratıcı sürecin hazzını gözden kaçırmasına neden olmuÅŸtur. En önemlisi artık estetik bir haz nesnesi olan yapıtı sanatçının kiÅŸisel bilinçdışını aÅŸan bir nesne olarak görememesi, diÄŸer eriÅŸkin oyuncuları kurgunun dışında bırakmasına yol açtı. Yaratan dışındaki sıradan insanları yani izleyiciyi oyuna dahil etmedi.

 

Yeni bir tabloyla karşı karşıyayız. Oyun oynayan çocuk, sanatçı, ve sanatçının oyununun dışsallaÅŸtırılmış nesnesinden haz alan izleyici. Ä°zleyiciye döneceÄŸiz.

 

Freud çocuÄŸun oynadığı oyunla kurduÄŸu iliÅŸkiyi ve oyunu çok önemsemesini, sanatçıların tutumuna benzetir. Sanatçı da tıpkı çocukların yaptığı gibi, dış dünyanın nesnelerini alır, onları istediÄŸi gibi yapıtına yeni bir düzen içinde yerleÅŸtirir ya da onları dönüÅŸtürerek tanınmayacak bir hale getirir, deforme eder. Bunu yaparken de tıpkı oyun oynayan çocuk gibi ciddidir, geçici olarak kendini dış dünyadan soyutlamıştır, tüm konsantrasyonu ve enerjisi dalgınlık içinde yarattığı ÅŸeye yönelmiÅŸtir.

 

Åžimdi oyun ve yaratıcı süreç arasındaki benzerlikleri saptamaya çalışalım.

​

KarşılaÅŸmanın Büyüsü

 

KarşılaÅŸma. Yaratıcı eylemin birinci aÅŸaması olan karşılaÅŸma, sanatçının kullanacağı malzemeyle, manzarayla, temayla, fikirle ya da iç hayalle iradi ya da iradi olmayan bir biçimde karşılaÅŸmasıdır.  SaÄŸlıklı  bir çocuÄŸun oyununda da karşılaÅŸma vardır. ÇocuÄŸu oyun oynamaya iten arzu karşılaÅŸmanın zeminini hazırlar ve bu onun yaratıcılığının ilk örneÄŸidir.

​

KarşılaÅŸmanın YoÄŸunluÄŸu. Oyun oynayan çocukla yaratıcı sanatçı arasındaki en önemli benzerliÄŸin sürdürülen eylem boyunca konsantrasyon, kendini unutma, kapılıp gitme, gömülmek vs. olduÄŸunu söyledik. Tüm bu sıfatlar karşılaÅŸmanın yoÄŸunluÄŸunu anlatmaktadır. Bu yoÄŸunlaÅŸmanın kendisi yoÄŸunlaÅŸan için bir haz kaynağıdır. Bu yoÄŸunlaÅŸma, Dionysos ÅŸenliklerinde yükselen vitaliteyle, vecd haliyle iliÅŸkilendirilebilir.

 

YoÄŸunlaÅŸma sırasında yaÅŸanan yanılsamadır. Annenin memesiyle çocuk arasındaki yanılsama iliÅŸkisine benzer biçimde yaratma sırasında yaratıcı da Kris’in “ego kontrolünde regresyon” diye adlandırdığı bir süreci yaÅŸamaktadır. Egonun denetiminde regrese olan yaratıcı sanatçı geçici olarak dış dünyanın gerçekliÄŸinden koptuÄŸu yanılsamasını yaÅŸamaktadır.

 

Çocuk nasıl bu yanılsamanın ardından nesneyi yani annesinin memesini dışsal bir nesne olarak kavrıyorsa sanatçı da yanılsama sürecinin ardından gerçeklik duygusuna geri dönerek bilinçdışı malzemeyi üretime dönüÅŸtürür. Dolayısıyla  regresyonunu pozitif bir yaratımla sonuçlandırmış olur. Bu sürecin sonunda geriye kalan bebeÄŸin ve sanatçının tüm-güçlülüÄŸüdür.

 

KarşılaÅŸma, yoÄŸunlaÅŸma ve yanılsamayı böylece oyun ve yaratıcı eylemin ortak aÅŸamaları olarak belirledik. Ancak hem oyunda hem de yaratıcı eylemde ortak olan can alıcı nokta, bu iki eylemin de düzen kurmayı, bütünleÅŸtirmeyi amaçlayan eylemler olmasıdır. GerçekliÄŸin hem ifadesi hem de inkarı olan oyun ve sanat aracılığıyla kurulan düzen ego bütünlüÄŸünün saÄŸlanmasına hizmet etmektedir.

​

Estetik Haz ve Yanılsama

 

Tatmin edici süreçler olarak yaratıcılığı ve oyunu bir kenara bırakalım. Üçüncü bir özneye geçelim.

 

Yaratılan ÅŸeyden haz alan izleyicinin durumu nedir? Sıradan insanlar yani izleyiciler için baÅŸka bir özne tarafından yaratılmış sanat nesnesi neden etkileyicidir?

 

Freud’un “Totem ve Tabu”da dile getirdiÄŸi gibi yalnızca sanatsal yanılsamadır ki, isteklerinden dolayı acı çeken insanın doyuma benzer bir tatmini yaÅŸamasını mümkün kılar. Ve bu yanılsama bizde sanki oyun gerçekmiÅŸ gibi bir duygusal etki bırakır. Ä°ÅŸte bu nedenle sanat büyülüdür ve sanatçı da büyücüdür Freud için.

 

Freud’un büyü dediÄŸi bizim estetik haz olarak ifadelendireceÄŸimiz bu etki, nasıl oluyor da insanları sarıyor?

 

Tekrar Freud’a kulak verelim:

 

    “… sanatçı, bizim daha çok kiÅŸisel gözüyle bakacağımız düÅŸlemlerini önümüzde sergiledi ya da bunları bize anlattı mı, belki o vakit çeÅŸitli kaynaklardan çıkıp gelerek bir araya toplanan yüce bir haz duyarız. Bunun nasıl üstesinden geldiÄŸi sanatçının en derin gizlerinden biridir; kuÅŸkusuz tek tek ben’ler arasındaki duvarların yol açtığı o itip uzaklaÅŸtırıcı gücü yenme tekniÄŸindedir ki, gerçek Ars poetica saklı yatmaktadır. Bu teknikte baÅŸvurulan iki aracı belirleyebilmekteyiz: Sanatçı birtakım deÄŸiÅŸtirmelerden ve örtüp gizlemelerden yararlanarak bencil düÅŸlemlerini yumuÅŸatmakta, bunların dışavurumunda salt biçimsel, yani estetik bir haz sunarak bizi kendisine baÄŸlamaktadır. Ruhumuzun derinliklerinde saklı yatan kaynaklardan daha büyük hazların doÄŸmasını saÄŸlamak için sanatçının bizlere sunduÄŸu hazzı ‘ayartı ödülü’ ya da ‘ön haz’ diye nitelemekteyiz. Bana sorarsanız, sanatçının saÄŸladığı tüm estetik haz bu niteliÄŸi taşımakta, bir sanat yapıtının bize verdiÄŸi asıl haz ise ruhumuzdaki gerilimleri gidermesinden kaynaklanmaktadır. Sanatçının bizi bundan böyle kendi düÅŸlemlerimizin hiç sakınca tanımadan ve utanıp sıkılmadan zevkini çıkarabileceÄŸimiz duruma getirmesi de, belki söz konusu amacın gerçekleÅŸmesinde hayli rol oynamaktadır.”

​

Öncelikle ÅŸunu tespit edelim. Estetik heyecan yalnızca güzel ve zevk veren ÅŸeyler karşısında mı duyulmaktadır. Çarmıha GerilmiÅŸ Ä°sa’nın, Sabinli Kadınların Kaçırılışı’nı gösteren kıyım sahnelerinin ya da Francisco Goya’nın Fransız askerlerinin Ä°spanyolları kurÅŸuna dizdiÄŸi anı gösteren “3 Mayıs” tablosunun bize keyif vermesini bekleyebilir miyiz? Ama bu kıyım ve acı dolu resimler de bizde heyecan uyandırmıyor mu?

 

O halde estetik hazzın kaynağı tek başına güzel olamaz; haz bir tek kaynakla açıklanamayacak kadar komplike aynı zamanda da paradoksal ve ambivalan bir duygu. Dolayısıyla bir estetik yapıtın bir haz kaynağına dönüÅŸmesinin nedeni güzel olması deÄŸil, çözümleyemediÄŸimiz bir biçimde bizde birden çok karşıt duyguyu uyandırmasıdır diyebiliriz.

 

Souriau’nun estetik duygu baÅŸlığı altında 80 tane birbirinden farklı duyguyu sınıflandırmıştır. Zevk, tasa, gülünç, alay, aÅŸağılama, sıkıntı, tedirgin edici… Bu duygular zevk ve hoÅŸnutsuzluk ana baÅŸlıkları altında sıralanabilir. Burada asıl ilgimizi çeken bu duygulardan bir veya birden fazlasının aynı anda, karşıtlıklarına raÄŸmen bir arada hissedilebilmesi ve geriye kalan duyguyu estetik haz olarak adlandırmamız.

 

İzleyenin Yanılsaması

Tüm bu tespitlerin ardından, bir sanat nesnesinin bizim üzerimizdeki etkisinin gücünün, ambivalan duygular uyandırmasında temellendiÄŸini pekala söyleyebiliriz. Bir tek sanat nesnesidir ki, bize aynı anda zevki ve dehÅŸeti, kaygıyı, korkuyu, sevgiyi, sıkıntıyı, iyimserliÄŸi yaÅŸatır. Ve sonunda nesnenin bizde bıraktığı duyguların hepsine birden haz deriz. Burada baÅŸka bir yanılsamayı daha görünüÅŸe çıkartmış oluyoruz. BebeÄŸin yanılsaması, sanatçının yanılsaması ve son olarak da estetik hazzın yani izleyicinin yanılsaması.

 

Estetik duygu hem gerçekleÅŸen hem de gerçekleÅŸmeyen, hem kiÅŸisel olan hem de olmayandır. Estetik duygu ÅŸaka götürmez bir oyundur.

 

Nedenini anlayamadığımız bir biçimde bazı sanat eserlerinin bizi alıp götürmesi, garip bir heyecan uyandırması ve bazen günlerce aklımızdan çıkmayacak kadar, hatta önünde saatlerce kendini izletecek kadar bizi etkilemesinin nedeni de belki budur. Sanat bizi oyuna çağırmaktadır. Tutkuyla baÄŸlanmamıza raÄŸmen zarar görmeyeceÄŸimizi bildiÄŸimiz bir oyuna çağırmaktadır.

 

Sahne sanatlarını düÅŸünelim. Freud sanatsal yaratıyla oyun arasındaki iliÅŸkinin dilde saptanabildiÄŸini söyler. Sahnede tekrar tekrar sergilenebilen ve somut nesnelere dayanan tiyatro, opera gibi görsel sanatlara kısaca “oyun”, sanatçılara da “oyuncu” deriz.

 

Sahnede canlandırılan, hüzünlü de olsa, komik de olsa, ÅŸiddet de içerse, hatta bizim yaÅŸamımızın olumlu-olumsuz unsurlarını barındırıyor da olsa o “oyun” dur. Ä°zlerken duygulanırız, karakterlerle özdeÅŸleÅŸip, kendimizi akıp giden olay kurgusuna kaptırırız, kendi yaÅŸam deneyimlerimizle ilgili unsurlara rastlarız, ama perde kapandığında “oyun”un biteceÄŸini biliriz.

 

Böylece insana gerçek hayatta zevk vermeyecek pek çok ÅŸey, hayal gücünün yarattığı oyunda izleyiciler ve dinleyiciler için bir haz kaynağına dönüÅŸür. Çünkü artık izlediÄŸimiz ÅŸeyin konusu gerçek dünyadan alınmış olsa da bize gelinceye kadar dönüÅŸüme uÄŸramıştır ve estetik bir çerçeve içinde bize sunulmaktadır. Onun gerçeklikle baÄŸlantısını bilmemize raÄŸmen izlediÄŸimiz “oyun”dur ve haz verir. Çünkü oradaki ölüm, aslında ölüm deÄŸildir; aÅŸk ve ondan duyulan acı gerçek deÄŸildir; tutku yalnızca izlenen bir ÅŸeydir, bizi acıtmaz, hayatımızı altüst etmez. Halbuki gerçek hayatta ölümle karşı karşıya gelmek ürkütücüdür, ama oyunun içinde ölüm duygusunu yaÅŸamak korkutmaz, tam tersine dolayımlı bir biçimde haz verir.

 

Ä°ÅŸte hem çocukluk oyunlarımız hem de sanat bize bu deneyimi yaÅŸatmaktadır, zarar görmeden hayal gücünü sonuna kadar zorlayabilme, çeÅŸitli duygular arasında gidip gelme özgürlüÄŸünü sunmaktadır.

 

Bu nedenle estetik haz, çocuk oyununun içeriÄŸinde olduÄŸu gibi hem gerçekleÅŸen hem gerçekleÅŸmeyen, hem kiÅŸisel olan hem kiÅŸisel olmayan, hem varolan hem de varolmayandır.

​

Yazının başında demiÅŸtik ki, bir oyunda birden fazla çocuk varsa ve eÄŸer oyunla ilgili beklentiler konusunda uzlaÅŸma saÄŸlanamazsa çocuklardan biri en sonunda çıkar ve “ben oynamayacağım” der.

 

Peki eriÅŸkinler için yanılsamanın büyüsünün ortadan kalktığı, oyunun bozulduÄŸu kaçış anları yok mudur?

 

Ya da gerçekliÄŸin kendisinin yanılsama haline geldiÄŸi ve bu yanılsamanın pozitif bir yaratmaya dönüÅŸmediÄŸi psikotik dünyaya iliÅŸkin  neler söyleyebiliriz?

​

Bütün sorulara bu yazıda cevap vermemiz olanaksız. Estetik haz, yaratıcılık ve çocuk oyunu konusunda bu yazıda söylenenler, konuya giriÅŸ için ancak bir zemin sunabilir. Çünkü yaratıcılık ve yaratma süreçleri çok yönlü ve geniÅŸ bir araÅŸtırma konusudur. Metnin içinde cevaplandırmadan bıraktığım sorular bundan sonraki yazılarımda da beni meÅŸgul edecek olan problem alanlarıdır.

​

​

Kaynakça:

​

1.    Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, çev. Kamuran Åžipal, YKY, Mayıs 1995, Ä°stanbul.

​

2.    D.W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Mayıs 1998, Ä°stanbul.

 

​

Oyunun BittiÄŸi An

Mahremiyetin BittiÄŸi Alan: SANAT

Radikal Gazetesi

RESÄ°MLERDEN ASIL SEN ANLARSIN

   “Yeni bir ÅŸeyler yapmaya çaÄŸrılıyoruz, ayak basılmamış bir toprakla yüzleÅŸmeye, kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediÄŸi bir ormana dalmaya çaÄŸrılıyoruz. GeleceÄŸe doÄŸru yaÅŸamak bilinmeyene sıçramak demektir, bu da, halihazırda emsali olmayan ve pek az kiÅŸinin kavradığı dereceden bir cesareti gerektirir” diyordu Rollo May yaratma cesaretinden bahsederken.

 

     “Çığlığın Işıkla BuluÅŸması” da bizi baÅŸka bir cesarete, bilinçdışı denen alacakaranlık bölgeden yükselen imgelem dünyasıyla yüzleÅŸme cesaretine çağırıyor. Ä°.Ü. Psikiyatri KliniÄŸi’nin arÅŸivlerinde yıllardır ilgi bekleyen bir hazine, klinikte yatan hastalar tarafından 1956-1992 yılları arasında üretilmiÅŸ resimlerden 100’e yakını Asım Kocabıyık EÄŸitim ve Kültür Vakfı’nın katkılarıyla sergileniyor.

 

     Asıl uzmanlık alanı psikiyatri olan Prof. Süleyman VelioÄŸlu meslektaşı Prof. Kazım DaÄŸyolu ile birlikte 1956’da Ä°.Ü. Psikiyatri KliniÄŸi’nde “Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı”nı kurdu.

 

      Psikiyatri-felsefe-sanat üzerine araÅŸtırmalar yapan VelioÄŸlu, “Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı”nı kurarak, hem psikiyatri ve sanatı birleÅŸtirmiÅŸ oldu hem de Türkiye’de ilk kez sanatla teÅŸhis-tedavi yöntemlerini uygulamaya baÅŸladı. Böyle bir laboratuvar Avrupa’da ilk kez 1954 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde kurulmuÅŸtu. Böylece psikiyatrinin sanatla bilimi birleÅŸtiren yeni teÅŸhis ve tedavi yöntemi Avrupa’yla eÅŸzamanlı olarak Türkiye’de uygulama alanı buldu.

 

   Psikiyatrik teÅŸhis-tedavi yöntemlerinin yanı sıra hastalar, boÅŸ zamanlarını bu laboratuvarda resim yaparak geçiriyorlar ve doktorları da bu görsel verilerden yararlanıyorlardı. Bu uygulama 1992 yılına kadar, Süleyman VelioÄŸlu emekli oluncaya kadar sürdü. Ne yazık ki, onun ardından laboratuvar kapandı, üretilen resimler de hastanenin tozlu arÅŸivlerinde yıllarca kaldı. Yıllar sonra Psikiyatri Bölümü’nün ÅŸimdiki Anabilim Dalı BaÅŸkanı Prof. Olcay Yazıcı bu hazinenin deÄŸerini anladı ve “Çığlığın Işıkla BuluÅŸması Projesi”ni baÅŸlattı.

 

         Delilik ve sanat... Bu iki kavram hem sanat tarihinde, hem de psikiyatride sıkça birarada düÅŸünülmüÅŸ kavramlar. Ä°nsanın yaratıcılığının kökenleri, insan neden sanat yapar sorularıyla birlikte yaratma süreci yüzyıllardır hem bilim hem de sanat dünyasını meÅŸgul etmiÅŸtir.

 

       Bilinçdışının verilerini kullanarak sanatla psikiyatriyi birarada düÅŸünmemizi ilk saÄŸlayan sürrealizm, özellikle de akımın önde gelen kuramcısı André Breton olmuÅŸtur. Jean Dubuffet’nin 1954 yılında ilk kez Art Brut terimini kullanarak, akıl hastaları ve çocukların resimlerine estetik bir deÄŸer atfetmesi ve yeni bir akım önermesiyle sanat tarihinde yeni bir tartışma baÅŸladı.

 

        Acaba bu üretimler gerçekten estetik kategoriler içerisinde deÄŸerlendirilebilir mi, müzelerde yer alabilir mi? Ne de olsa bunlar, çocukların ürünlerini bir kenara koyarsak, patolojik olarak “normal” olmadığı teÅŸhis edilmiÅŸ insanlar tarafından, tek başına sanatsal kaygılarla deÄŸil, tersine onların karmaşık patolojilerinin bir yansıması olarak karşımıza dikiliyordu. Bu tartışmalar yapıldı, yıllar geçti, Art Brut adı altında toplanan bu eserler Avrupa’da ve Amerika’da müzelere girmekle kalmadı, çok yüksek fiyatlarla alıcı bulmaya baÅŸladı. Türkiye açısından ise böyle bir tartışma hiç olmadı. Ancak bu sergiyle ilk kez gün ışığına çıkan eserler ülkemizde de Art Brut akımını gündeme getirmekle birlikte, psikopatolojik sanat, delilik ve sanat, yaratıcılık gibi konuları tartışmaya açacaÄŸa benziyor.

 

      Yaratıcılıkla ruhsal hastalıklar arasında bir iliÅŸki olup olmadığı ya da nevrozların yaratıcılığı kışkırtıcı bir etken olduÄŸu gibi konular özellikle varoluÅŸcu psikiyatrların cevap aradığı sorunlar. Hatta Otto Rank psikiyatrinin görevinin hastalıkları sanatsal yaratıya doÄŸru evriltmek olduÄŸunu söyleyecek kadar ileri gider. Bu konuda öne sürülen görüÅŸlere burada yer vermemiz mümkün deÄŸil. Ancak ÅŸunu söylemeliyiz ki sanatla teÅŸhis-tedavi yöntemlerinin psikiyatri alanında destekleyici bir yöntem olarak kullanılmasının, hastaların dış dünyayla iliÅŸki kurmaları, kendi iç dünyalarını dışavurmaları bakımından önemli bir iÅŸlevi var. Çünkü hasta, ürettikleri aracılığıyla hem doktoruyla tedavi sürecinin dışında baÅŸka bir iliÅŸki kurmakta hem de psikopatolojisini sanat yoluyla dış dünyaya yansıtma deneyimini yaÅŸamaktadır. Tedavi sürecinde süper egosu haline gelen doktoruyla ürettiÄŸi ÅŸey aracılığıyla yeni ve baÅŸka bir iliÅŸki kurarak, hastalığını yaratma yoluyla pozitif bir sürece dönüÅŸtürmektedir. Hastalığa neden olan bilinçdışı malzeme ÅŸimdi bir biçim ve içerik kazanmıştır ve hasta bunu dış dünyaya ve özellikle doktoruna hediye etmektedir.

 

      Bu üretimlerin sanat olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceÄŸi meselesi hala bazılarımız için tartışmalı. EÄŸer bunların estetik kategoriler içerisinde deÄŸerlendirilemeyeceÄŸi görüÅŸünde isek, tüm sanat tarihini baÅŸtan yazmalıyız.  Sanat tarihine damgasını vurmuÅŸ birçok ressamın, bestecinin kiÅŸilik yapılarını araÅŸtırmalı, hangisinin nevrotik ya da nörolojik açıdan hasta, hangisinin normal olduÄŸunu anlamalı ve yeni bir sınıflandırmaya gitmeliyiz. Herhalde böyle bir araÅŸtırmanın sonuçları sanat tarihinde ÅŸiddetli bir etki yaratacaktır. Leonardo, Van Gogh, Gauguin, Munch’un yapıtları birer “deli saçması” mıydı?

 

        Burada tüketemeyeceÄŸimiz bu tartışmanın ilerleyen günlerde sürmesini dileyerek yazıyı nihayetlendirirken, Borusan Oto’nun Ä°stinye’deki tesislerinde 8-21 Nisan tarihleri arasında açık kalacak sergi, “öteki”nin bilinçdışıyla yüzleÅŸme cesaretini gösterecek herkesi bekliyor.

bottom of page