
KENT SANATI
Başak Kamacı Budak

MAHREMİYETİN SONU: OYUN VE SANAT
(İMAGO Psikiyatri Dergisi'nin Bahar Sayısı'nda Yayımlanmıştır.)

Çocuk oyunu ve sanatsal yaratı... Bu ikisi arasında benzerlik ilişkisini ilk kuran Freud oldu. Freud sonrası psikanalistlerin sanatçının ve yaratıcılığın kendi iç süreçlerini açıklamasında bu kurgu tartışmanın temelini oluşturdu.
Melanie Klein, D.W. Winnicott, Kernberg, Didier Anzieu, Otto Rank, Rollo May gibi psikanalistler yaratıcılık ve yaratma süreçleri üzerine çalışmış, literatüre önemli katkılarda bulunmuş kuramcılardan akla ilk gelenleri. Kuşkusuz bunların içinde meseleyi kendi kuramı çerçevesinde değerlendirerek bütünsel bir yaklaşım sunan Winnicott oldu.
Winnicott, "geçiş nesnesi"ni ve oyun kuramını açıklarken, iç ve dış gerçeklik dışında üçüncü bir alan tanımı yapar. Winnicott’a göre, çocukluk dönemlerinden başlayarak insanın gerçeği kabul etme süreci hiçbir zaman tamamlanamamaktadır. Hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir. Ve bu gerilimden kurtulma imkanını sağlayan sorgulanmayan bir “ara deneyim bölgesi”dir. Sanat, din ve çocuk oyunları bu deneyim alanında gerçekleşmektedir.
Bu önermeyle Winnicott çocuk oyununu, sanatı ve dini bir başka deneyim bölgesine ait birbirine benzeyen süreçler olarak ele alarak ve sorunu bir başka düzeye taşımıştır.
Esas olarak bizim niyetimiz, Winnicott’ın geçiş nesneleri ve oyun kuramından hareketle tanımladığı bu ara bölgede gerçekleşen sanat yaratımlarının/oyunlarının kendi iç süreçlerini estetik kategoriler ve psikanaliz kuramı çerçevesinde ele almaktır.

FREUD'DA ÇOCUK OYUNU VE SANATÇI


Freud’un psikanaliz teorisinden hareketle sanatı ve yaratıcı süreci ele aldığı çalışması “Sanat ve Sanatçılar Üzerine” büyük yankı uyandırmasının yanı sıra çokça da eleştirilmiştir.
Freud’un çalışmasının temel çıkış noktası, sanatsal yaratıyla çocuk oyunları arasında bir akrabalık olduğudur. Buradan hareketle Freud, sanatsal etkinliğin ilk dışavurumlarını çocukluk dönemimize benzetir.
Çocukluk döneminde en ciddiye alınan etkinliktir “oyun”. Kendi gözlemlerimizden de bildiğimiz gibi, oyun sırasında çocuk, gerçek dünyanın nesnelerini alır, onları oyununun içinde istediği gibi yerleştirir (rol dağıtır) ve oyun aracılığıyla kendine başka bir dünya, gerçekliğin yer değiştirmelerinden oluşmuş hayali bir dünya kurar. Kurduğu bu dünyaya kendini o kadar kaptırır ki, dış dünyadan gelen uyarıları algılamayacak kadar dalgındır, annesi hatırlatmadan yemek yemek bile aklına gelmez.
Oyunda birden fazla çocuk varsa, hepsi de kendilerini aynı ortak kurgusal dünyaya kaptırmışlardır. Bu dünya o kadar gerçektir ki, oyuncular birbirleriyle kavga edebilir, öfkelenebilir, ağlayabilir ve hatta birbirlerine küsebilirler. Rol paylaşımında ya da oyunun kurgusunda çıkan bir anlaşmazlıkta, çocuklardan biri çıkar ve “ben artık oynamıyorum” der. Böylece oyun bozulur.
Burada hemen şu soru akla geliyor: Çocuğun oyun oynamayı bu kadar ciddiye alması dış dünyayı ciddiye almadığı anlamına mı gelir?
“Oyunun karşıtı ciddilik değil, gerçektir”. Oyuncu çocuk, dış gerçekliğin farkındadır, tam da “ben artık oynamayacağım” diyerek, istemediği yerde oyunu terk etmesi dış dünyanın gerçekliğinin farkında olduğunun kanıtıdır. Ama dış dünyanın gerçekliği, onun için, oyununun kurallarını istediği gibi kuramadığı, başka bir oyuncunun kendi isteğini, kendi oyun düzenini dayattığı anda kaçtığı yerdir. Tıpkı başta oyun oynayarak dış dünyadan ayrı, kendi dünyasını, gerçekliğini kurarak kaçtığı gibi bu kez de oyununu istediği gibi yönlendiremediği için oyun alanını terk ederek, gerçek dünyaya kaçmaktadır.
Bu durumda oyun nerede bitiyor, gerçeklik hangi anda başlıyor?
Çocukluğun, hepimizin kendimizden hatırlayabileceğimiz bir döneminde birey, sonu gelmeyen, bitmeyen sorular sorarak dış dünyayla ilgili meraklarını gidermeye, onu anlamaya çabalar. Ancak çocuğun ebeveynlerinden aldığı hiçbir cevap onu tatmin etmeye yetmez, meraklarını gidermez. Söz konusu bu dönem, çocuğun düşünsel bağımsızlık çabasına karşılık gelmektedir. En sonunda bu arkası gelmeyen sorularla dolu dönem bir anda kapanır, ancak çocuk tatmin olmamıştır, aldığı cevaplar onu doyurmamıştır, sadece artık sormaktan vazgeçmiştir.
İşte çocuk, bu anlamlandıramadığı, cevapların onu tatmin etmeye yetmediği yerde “oyun”a kaçar, madem gerçeğin ne olduğunu kavramak bu kadar zor, o zaman çözüm yeni bir dünya kurmaktır. Kayıtsız şartsız kendisinin yarattığı, bir tek onun anlayabileceği ve ona ait bir dünya. Bu hayali, kurgulanmış dünya gerçek dünyanın motifleriyle şekillenir. Kurduğu oyunda hayatındaki bireyleri taklit eder, henüz çocuk olduğu için ona verilmemiş olan rolleri oynamakta serbesttir. Böylece gerçek hayatta henüz elde edemediklerini, tatmin olamayan isteklerini oyununda kendince gerçekleştirir.
Çocukluk döneminin sona ermesiyle erişkin, oyun oynamaktan vazgeçer. Gerçek dünyaya adım atar ve kendini oraya ayak uydurmak zorunda hisseder. Ancak erişkinin oyun oynamaktan vazgeçmesi ve hayatın gerçekliğiyle uğraşmaya başlaması, onun oyun oynarken aldığı hazdan vazgeçtiği anlamına mı gelir?
Freud, bu çocukluk hazzının ortadan kaybolmadığını, ancak başka bir dolayımla yaşanmaya başlandığını söyler. O zaman bu çocukluk hazzının erişkin dönemde de devam etmesini sağlayan dolayım nedir, oyunun yerini şimdi ne almıştır?
Erişkin, “artık oynamaktan vazgeçmiştir de düşlemeye başlamıştır”. Çocukluk hazzı, erişkinde “gündüz düşleri (daydream)”ne dönüşmüştür.
Çocuklar oynadıkları oyunun içeriğini, kurgusal dünyalarını başkalarından saklama gereksinimi duymazken erişkin, düşleme (fantazya) kapıldığından dolayı utanır ve bu düşlerini başkalarından saklama ihtiyacı duyar. Düşlemler erişkinlerin mahremiyet alanıdır.
Acaba Freud’un söylediği gibi oyunun yerini erişkinlikte düşlemler mi almıştır? Yoksa oyun veçhe mi değiştirmiştir?
Ferud’a göre mutlu insanlar düş kurmaz, düş kuranlar yeterince doyuma ulaşmamış kişilerdir.
Düş kurmayan, bunlardan haz almayan insan var mıdır?
Freud hemen tüm insanların gündüz düşleri kurduğunu söyler ama bu düşlerini gerçekleştirenler, yani oyuna devam edenler nevrozla flört halindeki sanatçılar ya da “yaratanlar”dır.
Sanatçı, paylaşılması utanç verici fantazmalarını sanat ürünleri aracılığıyla başka bir biçime büründüren ve böylece düşlemlerini kabul edilebilir bir dış nesneye dönüştüren kişidir. Yani sanatçı telafi mekanizmasını kullanarak normal şartlarda onay görmesi imkansız olan düşlemlerini, bastırılmış, doyuma ulaşmamış isteklerini sanat aracılığıyla dışsallaştırandır Freud’a göre.
Böylece mahremiyet alanı kapanmakta yeni bir alan, estetik alanı açılmaktadır.
Freud’un yaratıcılığa yaklaşımının zaafı burada başlar. Bir kez mahremiyet alanından çıkarak dışsal bir nesneye dönüşmüş olan sanat yapıtını, sanatçının bilinçdışına geri dönerek analiz etmesi yaratıcı sürecin hazzını gözden kaçırmasına neden olmuştur. En önemlisi artık estetik bir haz nesnesi olan yapıtı sanatçının kişisel bilinçdışını aşan bir nesne olarak görememesi, diğer erişkin oyuncuları kurgunun dışında bırakmasına yol açtı. Yaratan dışındaki sıradan insanları yani izleyiciyi oyuna dahil etmedi.
Yeni bir tabloyla karşı karşıyayız. Oyun oynayan çocuk, sanatçı, ve sanatçının oyununun dışsallaştırılmış nesnesinden haz alan izleyici. İzleyiciye döneceğiz.
Freud çocuğun oynadığı oyunla kurduğu ilişkiyi ve oyunu çok önemsemesini, sanatçıların tutumuna benzetir. Sanatçı da tıpkı çocukların yaptığı gibi, dış dünyanın nesnelerini alır, onları istediği gibi yapıtına yeni bir düzen içinde yerleştirir ya da onları dönüştürerek tanınmayacak bir hale getirir, deforme eder. Bunu yaparken de tıpkı oyun oynayan çocuk gibi ciddidir, geçici olarak kendini dış dünyadan soyutlamıştır, tüm konsantrasyonu ve enerjisi dalgınlık içinde yarattığı şeye yönelmiştir.
Şimdi oyun ve yaratıcı süreç arasındaki benzerlikleri saptamaya çalışalım.
Karşılaşmanın Büyüsü
Karşılaşma. Yaratıcı eylemin birinci aşaması olan karşılaşma, sanatçının kullanacağı malzemeyle, manzarayla, temayla, fikirle ya da iç hayalle iradi ya da iradi olmayan bir biçimde karşılaşmasıdır. Sağlıklı bir çocuğun oyununda da karşılaşma vardır. Çocuğu oyun oynamaya iten arzu karşılaşmanın zeminini hazırlar ve bu onun yaratıcılığının ilk örneğidir.
Karşılaşmanın Yoğunluğu. Oyun oynayan çocukla yaratıcı sanatçı arasındaki en önemli benzerliğin sürdürülen eylem boyunca konsantrasyon, kendini unutma, kapılıp gitme, gömülmek vs. olduğunu söyledik. Tüm bu sıfatlar karşılaşmanın yoğunluğunu anlatmaktadır. Bu yoğunlaşmanın kendisi yoğunlaşan için bir haz kaynağıdır. Bu yoğunlaşma, Dionysos şenliklerinde yükselen vitaliteyle, vecd haliyle ilişkilendirilebilir.
Yoğunlaşma sırasında yaşanan yanılsamadır. Annenin memesiyle çocuk arasındaki yanılsama ilişkisine benzer biçimde yaratma sırasında yaratıcı da Kris’in “ego kontrolünde regresyon” diye adlandırdığı bir süreci yaşamaktadır. Egonun denetiminde regrese olan yaratıcı sanatçı geçici olarak dış dünyanın gerçekliğinden koptuğu yanılsamasını yaşamaktadır.
Çocuk nasıl bu yanılsamanın ardından nesneyi yani annesinin memesini dışsal bir nesne olarak kavrıyorsa sanatçı da yanılsama sürecinin ardından gerçeklik duygusuna geri dönerek bilinçdışı malzemeyi üretime dönüştürür. Dolayısıyla regresyonunu pozitif bir yaratımla sonuçlandırmış olur. Bu sürecin sonunda geriye kalan bebeğin ve sanatçının tüm-güçlülüğüdür.
Karşılaşma, yoğunlaşma ve yanılsamayı böylece oyun ve yaratıcı eylemin ortak aşamaları olarak belirledik. Ancak hem oyunda hem de yaratıcı eylemde ortak olan can alıcı nokta, bu iki eylemin de düzen kurmayı, bütünleştirmeyi amaçlayan eylemler olmasıdır. Gerçekliğin hem ifadesi hem de inkarı olan oyun ve sanat aracılığıyla kurulan düzen ego bütünlüğünün sağlanmasına hizmet etmektedir.
Estetik Haz ve Yanılsama
Tatmin edici süreçler olarak yaratıcılığı ve oyunu bir kenara bırakalım. Üçüncü bir özneye geçelim.
Yaratılan şeyden haz alan izleyicinin durumu nedir? Sıradan insanlar yani izleyiciler için başka bir özne tarafından yaratılmış sanat nesnesi neden etkileyicidir?
Freud’un “Totem ve Tabu”da dile getirdiği gibi yalnızca sanatsal yanılsamadır ki, isteklerinden dolayı acı çeken insanın doyuma benzer bir tatmini yaşamasını mümkün kılar. Ve bu yanılsama bizde sanki oyun gerçekmiş gibi bir duygusal etki bırakır. İşte bu nedenle sanat büyülüdür ve sanatçı da büyücüdür Freud için.
Freud’un büyü dediği bizim estetik haz olarak ifadelendireceğimiz bu etki, nasıl oluyor da insanları sarıyor?
Tekrar Freud’a kulak verelim:
“… sanatçı, bizim daha çok kişisel gözüyle bakacağımız düşlemlerini önümüzde sergiledi ya da bunları bize anlattı mı, belki o vakit çeşitli kaynaklardan çıkıp gelerek bir araya toplanan yüce bir haz duyarız. Bunun nasıl üstesinden geldiği sanatçının en derin gizlerinden biridir; kuşkusuz tek tek ben’ler arasındaki duvarların yol açtığı o itip uzaklaştırıcı gücü yenme tekniğindedir ki, gerçek Ars poetica saklı yatmaktadır. Bu teknikte başvurulan iki aracı belirleyebilmekteyiz: Sanatçı birtakım değiştirmelerden ve örtüp gizlemelerden yararlanarak bencil düşlemlerini yumuşatmakta, bunların dışavurumunda salt biçimsel, yani estetik bir haz sunarak bizi kendisine bağlamaktadır. Ruhumuzun derinliklerinde saklı yatan kaynaklardan daha büyük hazların doğmasını sağlamak için sanatçının bizlere sunduğu hazzı ‘ayartı ödülü’ ya da ‘ön haz’ diye nitelemekteyiz. Bana sorarsanız, sanatçının sağladığı tüm estetik haz bu niteliği taşımakta, bir sanat yapıtının bize verdiği asıl haz ise ruhumuzdaki gerilimleri gidermesinden kaynaklanmaktadır. Sanatçının bizi bundan böyle kendi düşlemlerimizin hiç sakınca tanımadan ve utanıp sıkılmadan zevkini çıkarabileceğimiz duruma getirmesi de, belki söz konusu amacın gerçekleşmesinde hayli rol oynamaktadır.”
Öncelikle şunu tespit edelim. Estetik heyecan yalnızca güzel ve zevk veren şeyler karşısında mı duyulmaktadır. Çarmıha Gerilmiş İsa’nın, Sabinli Kadınların Kaçırılışı’nı gösteren kıyım sahnelerinin ya da Francisco Goya’nın Fransız askerlerinin İspanyolları kurşuna dizdiği anı gösteren “3 Mayıs” tablosunun bize keyif vermesini bekleyebilir miyiz? Ama bu kıyım ve acı dolu resimler de bizde heyecan uyandırmıyor mu?
O halde estetik hazzın kaynağı tek başına güzel olamaz; haz bir tek kaynakla açıklanamayacak kadar komplike aynı zamanda da paradoksal ve ambivalan bir duygu. Dolayısıyla bir estetik yapıtın bir haz kaynağına dönüşmesinin nedeni güzel olması değil, çözümleyemediğimiz bir biçimde bizde birden çok karşıt duyguyu uyandırmasıdır diyebiliriz.
Souriau’nun estetik duygu başlığı altında 80 tane birbirinden farklı duyguyu sınıflandırmıştır. Zevk, tasa, gülünç, alay, aşağılama, sıkıntı, tedirgin edici… Bu duygular zevk ve hoşnutsuzluk ana başlıkları altında sıralanabilir. Burada asıl ilgimizi çeken bu duygulardan bir veya birden fazlasının aynı anda, karşıtlıklarına rağmen bir arada hissedilebilmesi ve geriye kalan duyguyu estetik haz olarak adlandırmamız.
İzleyenin Yanılsaması
Tüm bu tespitlerin ardından, bir sanat nesnesinin bizim üzerimizdeki etkisinin gücünün, ambivalan duygular uyandırmasında temellendiğini pekala söyleyebiliriz. Bir tek sanat nesnesidir ki, bize aynı anda zevki ve dehşeti, kaygıyı, korkuyu, sevgiyi, sıkıntıyı, iyimserliği yaşatır. Ve sonunda nesnenin bizde bıraktığı duyguların hepsine birden haz deriz. Burada başka bir yanılsamayı daha görünüşe çıkartmış oluyoruz. Bebeğin yanılsaması, sanatçının yanılsaması ve son olarak da estetik hazzın yani izleyicinin yanılsaması.
Estetik duygu hem gerçekleşen hem de gerçekleşmeyen, hem kişisel olan hem de olmayandır. Estetik duygu şaka götürmez bir oyundur.
Nedenini anlayamadığımız bir biçimde bazı sanat eserlerinin bizi alıp götürmesi, garip bir heyecan uyandırması ve bazen günlerce aklımızdan çıkmayacak kadar, hatta önünde saatlerce kendini izletecek kadar bizi etkilemesinin nedeni de belki budur. Sanat bizi oyuna çağırmaktadır. Tutkuyla bağlanmamıza rağmen zarar görmeyeceğimizi bildiğimiz bir oyuna çağırmaktadır.
Sahne sanatlarını düşünelim. Freud sanatsal yaratıyla oyun arasındaki ilişkinin dilde saptanabildiğini söyler. Sahnede tekrar tekrar sergilenebilen ve somut nesnelere dayanan tiyatro, opera gibi görsel sanatlara kısaca “oyun”, sanatçılara da “oyuncu” deriz.
Sahnede canlandırılan, hüzünlü de olsa, komik de olsa, şiddet de içerse, hatta bizim yaşamımızın olumlu-olumsuz unsurlarını barındırıyor da olsa o “oyun” dur. İzlerken duygulanırız, karakterlerle özdeşleşip, kendimizi akıp giden olay kurgusuna kaptırırız, kendi yaşam deneyimlerimizle ilgili unsurlara rastlarız, ama perde kapandığında “oyun”un biteceğini biliriz.
Böylece insana gerçek hayatta zevk vermeyecek pek çok şey, hayal gücünün yarattığı oyunda izleyiciler ve dinleyiciler için bir haz kaynağına dönüşür. Çünkü artık izlediğimiz şeyin konusu gerçek dünyadan alınmış olsa da bize gelinceye kadar dönüşüme uğramıştır ve estetik bir çerçeve içinde bize sunulmaktadır. Onun gerçeklikle bağlantısını bilmemize rağmen izlediğimiz “oyun”dur ve haz verir. Çünkü oradaki ölüm, aslında ölüm değildir; aşk ve ondan duyulan acı gerçek değildir; tutku yalnızca izlenen bir şeydir, bizi acıtmaz, hayatımızı altüst etmez. Halbuki gerçek hayatta ölümle karşı karşıya gelmek ürkütücüdür, ama oyunun içinde ölüm duygusunu yaşamak korkutmaz, tam tersine dolayımlı bir biçimde haz verir.
İşte hem çocukluk oyunlarımız hem de sanat bize bu deneyimi yaşatmaktadır, zarar görmeden hayal gücünü sonuna kadar zorlayabilme, çeşitli duygular arasında gidip gelme özgürlüğünü sunmaktadır.
Bu nedenle estetik haz, çocuk oyununun içeriğinde olduğu gibi hem gerçekleşen hem gerçekleşmeyen, hem kişisel olan hem kişisel olmayan, hem varolan hem de varolmayandır.
Yazının başında demiştik ki, bir oyunda birden fazla çocuk varsa ve eğer oyunla ilgili beklentiler konusunda uzlaşma sağlanamazsa çocuklardan biri en sonunda çıkar ve “ben oynamayacağım” der.
Peki erişkinler için yanılsamanın büyüsünün ortadan kalktığı, oyunun bozulduğu kaçış anları yok mudur?
Ya da gerçekliğin kendisinin yanılsama haline geldiği ve bu yanılsamanın pozitif bir yaratmaya dönüşmediği psikotik dünyaya ilişkin neler söyleyebiliriz?
Bütün sorulara bu yazıda cevap vermemiz olanaksız. Estetik haz, yaratıcılık ve çocuk oyunu konusunda bu yazıda söylenenler, konuya giriş için ancak bir zemin sunabilir. Çünkü yaratıcılık ve yaratma süreçleri çok yönlü ve geniş bir araştırma konusudur. Metnin içinde cevaplandırmadan bıraktığım sorular bundan sonraki yazılarımda da beni meşgul edecek olan problem alanlarıdır.
Kaynakça:
1. Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, çev. Kamuran Şipal, YKY, Mayıs 1995, İstanbul.
2. D.W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Mayıs 1998, İstanbul.




Oyunun Bittiği An
Mahremiyetin Bittiği Alan: SANAT

RESİMLERDEN ASIL SEN ANLARSIN


“Yeni bir şeyler yapmaya çağrılıyoruz, ayak basılmamış bir toprakla yüzleşmeye, kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz. Geleceğe doğru yaşamak bilinmeyene sıçramak demektir, bu da, halihazırda emsali olmayan ve pek az kişinin kavradığı dereceden bir cesareti gerektirir” diyordu Rollo May yaratma cesaretinden bahsederken.
“Çığlığın Işıkla Buluşması” da bizi başka bir cesarete, bilinçdışı denen alacakaranlık bölgeden yükselen imgelem dünyasıyla yüzleşme cesaretine çağırıyor. İ.Ü. Psikiyatri Kliniği’nin arşivlerinde yıllardır ilgi bekleyen bir hazine, klinikte yatan hastalar tarafından 1956-1992 yılları arasında üretilmiş resimlerden 100’e yakını Asım Kocabıyık Eğitim ve Kültür Vakfı’nın katkılarıyla sergileniyor.
Asıl uzmanlık alanı psikiyatri olan Prof. Süleyman Velioğlu meslektaşı Prof. Kazım Dağyolu ile birlikte 1956’da İ.Ü. Psikiyatri Kliniği’nde “Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı”nı kurdu.
Psikiyatri-felsefe-sanat üzerine araştırmalar yapan Velioğlu, “Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı”nı kurarak, hem psikiyatri ve sanatı birleştirmiş oldu hem de Türkiye’de ilk kez sanatla teşhis-tedavi yöntemlerini uygulamaya başladı. Böyle bir laboratuvar Avrupa’da ilk kez 1954 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde kurulmuştu. Böylece psikiyatrinin sanatla bilimi birleştiren yeni teşhis ve tedavi yöntemi Avrupa’yla eşzamanlı olarak Türkiye’de uygulama alanı buldu.
Psikiyatrik teşhis-tedavi yöntemlerinin yanı sıra hastalar, boş zamanlarını bu laboratuvarda resim yaparak geçiriyorlar ve doktorları da bu görsel verilerden yararlanıyorlardı. Bu uygulama 1992 yılına kadar, Süleyman Velioğlu emekli oluncaya kadar sürdü. Ne yazık ki, onun ardından laboratuvar kapandı, üretilen resimler de hastanenin tozlu arşivlerinde yıllarca kaldı. Yıllar sonra Psikiyatri Bölümü’nün şimdiki Anabilim Dalı Başkanı Prof. Olcay Yazıcı bu hazinenin değerini anladı ve “Çığlığın Işıkla Buluşması Projesi”ni başlattı.
Delilik ve sanat... Bu iki kavram hem sanat tarihinde, hem de psikiyatride sıkça birarada düşünülmüş kavramlar. İnsanın yaratıcılığının kökenleri, insan neden sanat yapar sorularıyla birlikte yaratma süreci yüzyıllardır hem bilim hem de sanat dünyasını meşgul etmiştir.
Bilinçdışının verilerini kullanarak sanatla psikiyatriyi birarada düşünmemizi ilk sağlayan sürrealizm, özellikle de akımın önde gelen kuramcısı André Breton olmuştur. Jean Dubuffet’nin 1954 yılında ilk kez Art Brut terimini kullanarak, akıl hastaları ve çocukların resimlerine estetik bir değer atfetmesi ve yeni bir akım önermesiyle sanat tarihinde yeni bir tartışma başladı.
Acaba bu üretimler gerçekten estetik kategoriler içerisinde değerlendirilebilir mi, müzelerde yer alabilir mi? Ne de olsa bunlar, çocukların ürünlerini bir kenara koyarsak, patolojik olarak “normal” olmadığı teşhis edilmiş insanlar tarafından, tek başına sanatsal kaygılarla değil, tersine onların karmaşık patolojilerinin bir yansıması olarak karşımıza dikiliyordu. Bu tartışmalar yapıldı, yıllar geçti, Art Brut adı altında toplanan bu eserler Avrupa’da ve Amerika’da müzelere girmekle kalmadı, çok yüksek fiyatlarla alıcı bulmaya başladı. Türkiye açısından ise böyle bir tartışma hiç olmadı. Ancak bu sergiyle ilk kez gün ışığına çıkan eserler ülkemizde de Art Brut akımını gündeme getirmekle birlikte, psikopatolojik sanat, delilik ve sanat, yaratıcılık gibi konuları tartışmaya açacağa benziyor.
Yaratıcılıkla ruhsal hastalıklar arasında bir ilişki olup olmadığı ya da nevrozların yaratıcılığı kışkırtıcı bir etken olduğu gibi konular özellikle varoluşcu psikiyatrların cevap aradığı sorunlar. Hatta Otto Rank psikiyatrinin görevinin hastalıkları sanatsal yaratıya doğru evriltmek olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Bu konuda öne sürülen görüşlere burada yer vermemiz mümkün değil. Ancak şunu söylemeliyiz ki sanatla teşhis-tedavi yöntemlerinin psikiyatri alanında destekleyici bir yöntem olarak kullanılmasının, hastaların dış dünyayla ilişki kurmaları, kendi iç dünyalarını dışavurmaları bakımından önemli bir işlevi var. Çünkü hasta, ürettikleri aracılığıyla hem doktoruyla tedavi sürecinin dışında başka bir ilişki kurmakta hem de psikopatolojisini sanat yoluyla dış dünyaya yansıtma deneyimini yaşamaktadır. Tedavi sürecinde süper egosu haline gelen doktoruyla ürettiği şey aracılığıyla yeni ve başka bir ilişki kurarak, hastalığını yaratma yoluyla pozitif bir sürece dönüştürmektedir. Hastalığa neden olan bilinçdışı malzeme şimdi bir biçim ve içerik kazanmıştır ve hasta bunu dış dünyaya ve özellikle doktoruna hediye etmektedir.
Bu üretimlerin sanat olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği meselesi hala bazılarımız için tartışmalı. Eğer bunların estetik kategoriler içerisinde değerlendirilemeyeceği görüşünde isek, tüm sanat tarihini baştan yazmalıyız. Sanat tarihine damgasını vurmuş birçok ressamın, bestecinin kişilik yapılarını araştırmalı, hangisinin nevrotik ya da nörolojik açıdan hasta, hangisinin normal olduğunu anlamalı ve yeni bir sınıflandırmaya gitmeliyiz. Herhalde böyle bir araştırmanın sonuçları sanat tarihinde şiddetli bir etki yaratacaktır. Leonardo, Van Gogh, Gauguin, Munch’un yapıtları birer “deli saçması” mıydı?
Burada tüketemeyeceğimiz bu tartışmanın ilerleyen günlerde sürmesini dileyerek yazıyı nihayetlendirirken, Borusan Oto’nun İstinye’deki tesislerinde 8-21 Nisan tarihleri arasında açık kalacak sergi, “öteki”nin bilinçdışıyla yüzleşme cesaretini gösterecek herkesi bekliyor.

