top of page
  • Yazarın fotoğrafıBaşak Kamacı Budak

KÜLLERİMİZDEN DEĞİL, KÖKLERİMİZDEN YENİDEN DOĞACAĞIZ

Kentin ruhundan ve kimliğinden nasibin almamış beton kütlelerin yıkıcılığını ve güvensizliğini hep birlikte yaşadık. Şimdi tarihsel bir sorumluluğun arifesindeyiz. Enkaz altında kalan köklerimizden yeniden doğmak için; kentle birlikte bireysel ve toplumsal kimliği yeniden kurmak ve tanımlamak görevi hepimizin.



Deprem felaketinin ardından neresinden tutacağımızı, nasıl iyileşebileceğimizi ve iyileştirebileceğimizi bilemez haldeyiz. Bu dehşeti doğrudan yaşayan ile tanık olan arasındaki çaresiz ilişkinin yükünü günlerdir yüreğimizde derin bir yara olarak taşıyoruz.


Acıları dindirmemiz kolay değil. Sıklıkla kullanılan “Biz güçlüyüz, bunun da üstesinden geleceğiz” cümlesi ise; bütüne dair umut aşılamaya ilişkin klişeleşmiş bir temenni olmanın ötesine geçemiyor maalesef. Binlerce can kaybını, yok olup giden ailelerin hikayelerini, “refakatsiz” denilen öksüz-yetim kalmış çocuklarımızı, hayatına engelli olarak devam etmek zorunda kalanları, şehirlerini terk eden milyonlarca insanı düşününce; temennilerin yersiz kaldığı kocaman bir kara deliğin içinde gibiyiz. Acil ihtiyaçların karşılanması ile uzun vadeli sorunların nasıl çözüleceği kaygısı arasında aklımız, ruhumuz ve bedenimiz oradan oraya koşturuyor günlerdir.


ŞİMDİ HER ŞEYİ AYNI ANDA KONUŞMA ZAMANI


“Şimdi konuşmanın sırası değil” denilen bir çok konunun, kısa ve uzun vadede ne gibi derin sorunlara yol açacağını da biliyoruz. Hayatta kalma ve barınma mücadelesi, şu anda, diğer tüm konuların önüne geçiyor olsa da, ertelediğimiz her konu, tüm gerçekliğiyle karşımızda dikiliyor. Hayatta kalma telaşıyla, geleneklerimizi hakkıyla yerine getiremeden, helalleşemeden toprağa teslim etmek zorunda kalınan canlarımıza karşı duyulan vicdan azabının, ertelenmiş travması gibi.

O yüzden, “şimdi her şeyi, aynı anda konuşma zamanı” aslında. İnsan olarak yaşadığımız acılarımızla birlikte kentlerimizin geleceğini de aynı anda konuşmak; köklerimize, kimliğimize ve hafızamıza sahip çıkmak zorundayız.

Çünkü; Şükrü Erbaş’ın dizelerinde söylediği gibi, “Şimdi kent, sana yasakladıklarıyla; Ölü, Çirkin ve Kirli...”

İhanet ettiğimiz kentler, insanlarımız ile birlikte can çekişiyor.


İnsan ve kent ilişkisi, barındığımız, karnımızı doyurduğumuz fiziki mekan ilişkisine indirgenerek tanımlanamaz. Kent ve kentli olmak; birbirine bitişik düzende yaşayan insan topluluklarının sayısal çoğunluğundan ibaret değil. Kent, bir kimlik ve aidiyet meselesi. İnsan doğduğu, hatta ana rahmine düştüğü andan itibaren, bulunduğu kent ve coğrafya yaşam boyunca bizimle birlikte hücrelerimizde yaşamaya devam eder. Kent; bizim ruhumuzun bir parçası gibidir.

Aşık olduğumuz, kendimizi onunla tanımladığımız kentlerin sokaklarını, taşını toprağını sahipleniriz. “Benim kentim”, “benim mahallem” deriz. “Benim çocukluğum” diye bahsettiğimizde; o çocukluğumuzun “oyun alanı” kentimizdir.


KENTLERİN HAFIZASI: KÜLTÜR KATMANLARI


Sahibi olduğumuzu zannettiğimiz kentlerin, yüzyıllardır bizim gibi pek çok sahipleri oldu. Bizler yolcuyken, kentler hancıdır. İnsana dair olan ne varsa kentin hafızasında saklı kalır. Kentlerin hafızası, toprak üstünde görünenden ibaret değildir. Bizden önce neler yaşandığını analiz etmek için bilim, kentlerin toprağın altındaki katmanlarını araştırır. Başta arkeologlar ve jeologlar olmak üzere bilim insanları, kentlerin kültür katmanlarında çalışırlar. Yüzyılların bilgisi, gizemi, yaşamı santimetrelerle ölçülebilen kent katmanlarında saklıdır.

Bugünlerde düşünemeden edemiyor insan: Şaşalı, çok güvenli olduğunu zannettiğimiz beton binalarımız kent tarihinde nasıl bir kültür katmanı oluşturacak? Kentlerin hafızasına ve toprağa acıdan başka ne bıraktık?

Kabul edelim; kök saldığımız kentlerle ilişkimizi doğru ve güvenli kuramadık. Kentlerin tarihsel, kültürel sürekliliğine saygı duymadık. Unutulmuş kentler yarattık. Anadolu coğrafyasının kadim bilgeliğinin taşıyıcısı kentlerimizi; hafızasız, bir örnek, niteliksiz kentler haline getirdik.

Ruhuyla ve toprağıyla kavgalı olduğumuz kentlerle savaşımızı kaybettik. Artık barışmak zorundayız. Çünkü şu anda, başka bir kopuşu çok sert bir biçimde yaşıyoruz. Doğdukları toprakları terk eden milyonlarca insan, aidiyetinden ve geçmişinden çok travmatik ayrılığın ve kimlik bunalımının eşiğinde.


KİMLİĞİN ANONİMLEŞMESİ


Yaşanan büyük göçler ve felaketler, sosyal-ekonomik statüsü ne olursa olsun herkesi, her şeyi bir anda indirger ve eşitler. 10 ilde depremi yaşayan milyonlarca insanın ortak adı bir anda “Depremzede” ve 10 il de “Afet Bölgesi” oluverdi. Nüanslar kayboldu ve kimlikler bir anda anonimleşti.


Bu kimlik parçalanması, kimliğin anonimleşmesi karşısında tek kurtuluşumuz; kentleri kent yapan sosyo-kültürel değerleri ve verileri yeniden canlandırmaktan geçiyor. Zeminsiz kalan sosyal ve kültürel hafızamızı kentsel mekanda yeniden yeşertmek, kentlerimize kimliklerini teslim etmek ve bireysel olarak da kimliklerimizi teslim almak zorundayız.

Depremden etkilenen vatandaşlarımız mahremiyet ve güvenlik alanları olan evlerini kaybederken, aynı zamanda kök saldıkları kentlerin kokusunu, dokusunu ve alışkanlıklarını da kaybettiler. Bu zamansız ve mekansızlık karşısında; yersiz-yurtsuzluğu, yani barınma sorununu, çözerken kimlikleri de yeniden inşa etmek zorundayız. Mesele; kutu kutu beton daireleri yeniden ve hızla inşa etmekten çok daha karmaşık.

Kentin ruhundan ve kimliğinden nasibini almamış beton kütlelerin yıkıcılığını ve güvensizliğini hep birlikte yaşadık. Şimdi tarihsel bir sorumluluğun arifesindeyiz. Enkaz altında kalan köklerimizden yeniden doğmak için; kentle birlikte bireysel ve toplumsal kimliği yeniden kurmak ve tanımlamak görevi hepimizin.

Mesele; küllerimizden değil, köklerimizden güç alıp; yeniden ayağa kalkmayı başarmakta.

İlgili Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page